Şenkaya Ortaokulu

ŞENKAYA’DA ORTAOKUL YILLARIMIZ

Düzlük, kuzeye doğru hafif bir meyille yükselir, doğu-batı yönünde birkaç yüz metrelik üzeri düz olan tepeye varır. Şehir merkezi burada yer almıştır. 1960’ lı yıllarda İlçede üç ana cadde vardı. Biri kuzey-doğu yönünden meyilli araziden tepeye kadar olan cadde, diğerleri ise tepe üzerindeki birbirine paralel iki caddeydi. Bakkallar ve diğer iş yerleri bu caddeler kenarında sıralanmıştı. Bakkallar, kahveler, terziler, berberler, fırın ve diğerleri. Tepedeki caddenin batı ucunda, sağda belediye binası, önünde de İlçenin kurucusu merhum Hüseyin Köycü’nün heykeli vardı. Caddenin sonundan aşağı doğru inince Ortaokul binası gelirdi. Hükümet konağı İlk girişteydi. Hatırlayabildiğim kadarıyla iki de ilkokul vardı.

Tepe üzerindeki caddenin kenarından kanal geçerdi. Aşağıdan gelen caddenin bu cadde ile kesiştiği yer merkezdi. Solda az ilerde unutamadığımız ‘’Kırbıyığın Kahvesi’’ vardı. Hatırladıklarım; Kırbıyığın (kırbıyık Hüseyin) kahvesi, Nurettin Özcan’ın bakkalı, Yetimoğlu’nun saraç dükkânı vs. Canımız cay istediğinde buraya gider, çay içer sohbet ederdik. Çok amaçlı bir kahveydi. Zaman-zaman bir odası otel olarak kullanılıyordu. Yere iki demir somya atılır, döşek serilir, devlet işi için gelip köylerine dönemeyenler ağırlanırdı. Karşısında Caminin yanında fırın vardı. Ekmek pişirildiğinde etrafa mis gibi ekmek kokusu yayılırdı. Her şey organikti. Elimize elli kuruş geçince fırından yeni çıkmış yarım ekmek alır, ortasını açtırır, biraz yağ koyardık. Ekmek sünger gibi yağı emerdi. Böylelikle kendimize bir ziyafet çekmiş olurduk.

Ortaokulda okurken eski evlerde kalırdık. Eski binalar veya odalar onarılıp kiraya verilirdi. Biz de birkaç arkadaşımızla birlikte böyle bir oda da kalırdık. Bin bir zorluk ve sıkıntı içinde okuyorduk. Köylerden getirdiğimiz yiyeceklerle kendimizi idare edip gidiyorduk. Bir çuval un, patates, peynir, bulgur, biraz odun ve soba. Rahmetli babam bütün bunları 35 kilometrelik yoldan kağnı arabası ile getiriyordu. Çamaşırlarımızı sabun bulursak onunla bulamazsak sabunsuz kendimiz yıkıyorduk. Pantolonları ise yattığımız döşeğin altına koyarak ütülenmesini sağlıyorduk. Hem okuyor ve hem de işlerimizi kendimiz yapıyorduk. Şu olayı bir türlü unutamıyorum. Anlatmadan geçemeyeceğim. Mevsim kış ,Şubat ayıydı ve dışarıda diz boyu kar vardı. Bir arkadaşımız kirlenen atletini yıkadı. Giyecek başka atletin yoktu. Yıkadığı atletin suyunu iyice sıkıp giydi. Dışarı çıkınca okula gidinceye kadar atlet üzerinde dondu.Çelik yelek gibi oldu.Ne iyi ki okula gidince okulda yanan soba sayesinde ders boyunca üzerinde kurudu

Yetimoğlu’nun saraç dükkanı deyince aklıma bir şey geldi. Yetimoğlu soy adında bir öğretmen tarih derslerimize giriyordu. Ruşen YETİMOĞLU. Beni sözlüye kaldırdı. Bir konuyu anlatmamı istedi. Anlattım. Otur yerine ‘’filozof’’ dedi. O tarihten sonra arkadaşlarım bana ‘’filozof olarak takılmaya başladı. Lakabım olmuştu. İşin doğrusu bundan rahatsız oluyordum. Onlar da, ben de ne anlama geldiğini bilmiyorduk. Bir gün öğretmene ‘’Bana filozof dediniz, arkadaşlarım bana lakap taktılar, ne anlama geliyor’’ dedim. Öğretmen anlattı. Lakabım filozof olarak kaldı. Aynı dönemde okuduğumuz arkadaşların birçoğu halen filozof diye hitap ederler.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir