Konuk Yazarlar 2-Mehmet Vural

MEHMET VURAL’IN YAZISI

Anladık efendim dindarsınız, lakin dindarlığınızı bize değil Allah’a gösteriniz!.. Bize lazım olan, dürüstlüğünüz, insanlığınız, ötekinin hukukuna saygınız, görevlerinizi hakkıyla yapıp yapamadığınız ve kimin yapamadığı neyi yaptığınız, okuduklarınız, yazdıklarınız, evreni anlama çabanız, doğayla, felsefeyle, bilimle, sanatla, sporla, edebiyatla, musikiyle olan irtibatınızdır!.. Ki, sizi geliştirecek, ahlaklı kılacak, adam olmanızı ve bizlere katkı sunmanızı sağlayacak olan da bunlardır.. Yapmayın efendiler, tüm yetersiz ve kifayetsiz adamların yapabildiği tek şey olan, “ben senden daha çok dindarım” temalı paylaşımlar yaparak, kazançlı ve lakin pespaye bir ticarete yönelmeyin!.. O ucuz ve yuvarlak paylaşımları her gördüğümüzde, “eyvah!” diyoruz, “yine bir şeylerimizi yürütecekler!” Ve dahası, korkuyoruz efendiler, cehaletinizden ve farkında olmadan bu ülkeye yapacağınız kötülüklerden korkuyoruz!.. Ne kadar dindar olduğunuz, vallahi de billahi de bizi ilgilendirmiyor.. Ve fakat, kimin yapamadığı neyi yaptığınız, ne ürettiğiniz, entelektüel zekanız, mesela şimdiye kadar kaç ağaç diktiğiniz, hangi taşı yoldan kaldırdığınız, en son hangi kitabı okuduğunuz, dünyayı güzelleştirmek için ne yaptığınız, bizi çok, ama çok ilgilendiriyor!.. Meseleniz din ise, lütfen bize değil, sessizce ve gürültü yapmadan Allah’a yöneliniz!..

ŞENKAYA YAYLALARI

Yayla yükseklik, ferahlık, temizlik, serinlik demektir..Umudun, neşenin sevincin, mutluluğun ülkesidir yayla..Sınırsız bir ana cömertliğinde, bereketli bir ana sofrası gibidir..Ah bu yaylalar, çiçek kokulu yaylalar..Dağları sisli-dumanlı, suları serin yaylalar..Doğanın ayrılmaz bir parçası olduğumuzu ancak dağlarda, yaylalarda anlarız.. Genetik bir gerçekliktir; sağlığı, mutluluğu doğal yaşamda, özgürlüğü dağların zirvelerinde ve ormanın derinliklerinde, huzuru yeşilin büyüsünde, aşkı suların sesinde, musikiyi kuş cıvıltılarında buluruz..Yaylada yağmur olur, sis olur, bulut olur, mutluluk olur, havası serin, insanı sıcak olur, yayla dumanı gibi, içinde kaybolduğunuz yanık sevdalar olur ve sevdikleriniz, tıpkı laleler, sümbüller, gelincikler, mor menekşeler gibi hep yayla kokuludur..O nedenledir ki, ne zaman içinde dağ ve yayla kelimelerinin geçtiği bir türkü, şarkı, şiir ya da söz duysam içimin titrediğini hisseder, hemen kulak kesilirim.. Bu öyle bir sihirdir ki, anında alıp çocukluğuma götürür beni, irili ufaklı onlarca dağın, derenin, tepenin, gölün, vadinin, kayalıkların ve ormanın içinde tek başıma bırakıverir.. Bir ışık tufanı içinde kalırım ve tatlı bir sarhoşluk yayılır içime. İşte o zaman, yaşadığım kentin üzerime boca ettiği negatif kirlerin ve bütün yorgunlukların yitip, yerine tatlı bir huzurun geldiğini hisseder, rahatlarım.

……………………….

Kars-Ardahan platosundan Anadolu’ya, hepi topu birkaç giriş noktası bulunur. Tarih boyunca bir çok savaşa sahne olmuş bu geçiş noktaları; Eşek Meydanı, Kanlı, Karınca ve Sarıkamış’tır.. Burada ismini anacağımız yaylalar, Olur’un yukarı güneydoğu sırtlarında bulunan Yasamal ile Karınca Boğazı arasındaki, yüksek ve engebeli platolar üzerinde bulunur, ki bu satırların yazarının çocukluğunun geçtiği yerlerdir..Allahuekber ve Kırdağ çevresindeki yaylalardan bir farkı var mıdır, yoktur elbette, lakin Veysel’in de dediği gibi; ”Güzel yüzün görülmezdi / Bu aşk bende dirilmezdi / Güle kıymet verilmezdi / Âşıkla maşuk olmasa…”Kuzey Doğu Anadolu içinde yer alan, Geniş çayırlar ve öbek-öbek ormanlarla kaplı bu yaylalar, bu fakir için hiç kuşkusuz dünyanın en eşsiz, en görkemli ve en özel doğa parçalarıdır.. Penek Çukuru, Kosor ve Dölgah çevresindeki köylerin kahır ekseriyeti bu yaylalara çıkar.. Soğmun, İznos, Tecirek, Pertivan ve Pancurot gibi, az sayıda köyün yaylası köye oldukça yakındır.. Oysa Germicek ve Yasamal gibi onlarca köye ev sahipliği yapan geniş yaylaların misafirleri daha uzaklardan gelir.. Germicek’den başlayıp, yukarılara doğru tırmandığınız o Yasamal ki, binlerce yaylacının barış içinde yaşadığı kutsal bir dağdır!Onca köyün kardeşçe paylaştığı ve belki bütün bir Anadolu için örnek teşkil edebilecek, ki bir zamanlar Rum’un, Ermeni’nin, Gürcü’nün de içinde olduğu, yüzlerce yıllık bir barışın coğrafyasıdır bu yaylalar.. Bölgede Erzurum’dan çok, Kars-Ardahan kültürü baskındır ve buralarda suç oranı son derece düşüktür.. Aslında bölge, bütün kültürlerin, bütün medeniyetlerin, bütün kimliklerin, bütün dinlerin ve bütün güzelliklerin harman olduğu zengin bir coğrafyadır.. Türküleri Ardahan ağzıyla söylenir, lakin Ardahan değildir.. Eskilerin, “nevi şahsına münhasır” dedikleri türden bambaşka bir yerdir burası..Bölge engebelidir ve fakat kayalık değildir.. Öbek-öbek ormanlar, çayırlar, otlaklar, doğanın iniş-çıkışları, ışık ve gölge, aaah dalga-dalga kıpraşan, oynaşan, menevişlenen ışık ve gölge!..Gitmeye görün, bağrını bir ana kucağı gibi açıp, tüm güzelliklerini teklifsizce önünüze seriverir.. Kuşlar duymadığınız şarkılarla, çiçekler benzersiz kokularla, ağaçlar salkım-salkım meyvelerle, pınarlar buz gibi sularla, köpük-köpük çağlayanlarla karşılar sizi.. Yeşilin dalgalı tonları yüreğinizin taa orta yerinden yakalar.. İçinde turnaların, ördeklerin, leyleklerin, kazların, sülünlerin yüzdüğü göller, buz gibi suların aktığı gözeler ve ille de çiçeklerle bezenmiş ekşi elma kokulu çayırlar, aklınızı başınızdan alacak görsel bir temaşadır.

.…………………….…

Yayla bir miraçtır, ki o nedenle yaylaya inilmez, çıkılır..Yaz günlerinin akşam vakitlerinde bir panayır yerine döner yayla yolu.. Kadınlı, erkekli ve alabildiğine coşkulu bu insan seli içerisinde yokuşu tırmanmak, biz çocuklar için tadına doyulmaz bir keyif olsa da, tarladan, çayırdan, bostandan çıkıp, yayladaki hayvanların bakımını, sağımını yapmak, sütleri peynire, kaymağı yağa dönüştürmek için nefes-nefese yaylaya ulaşan, ki evliyalık diye bir kurum varsa en çok onlara yakıştırdığım eli öpülesi annelerimiz, onlar için ne meşakatli bir hayat yolculuğudur.. Üç-beş saatlik uykudan sonra sabahın köründe kalkıp, ağılı temizlemek, hayvanları sağmak, çeşmeden su getirip evin ihtiyaçlarını görmek ve sonra da yemek hazırlayıp tekrar tarlaya, çayıra, bostana gitmek.. Bir insanın asla altından kalkamayacağını düşündüğünüz tüm bu işleri, çoğu kez bir tek kadın yapardı..Çok sayıda hayvanı ve çocuğu olanlar için yaylanın bir eziyet olduğunu düşünebilirsiniz.. Oysa ödeyeceği bedele aldırmadan, yaylada sürekli kalan kişi, evin en ayrıcalıklı hanımıdır.. Ailenin kışlık yağını peynirini hazırlar, çocuklara ve hayvanlara bakar..Yaylalar haziran sonu, temmuz başı gibi çıkardı.. O gün geldiğinde, hemen herkes bayramlık elbiselerini giyer, eşyalar arabalara yüklenir ve üzeri çoğunlukla rengarenk bir cecimle örtülürdü.. Kadınlar yaya yolundan, atlı olan hanımlar ve erkekler öküz arabaları ile araba yolundan giderdi.. Yayla yolu bir cümbüş yeri gibiydi.. Katar-katar göç kafileleri, karışık fakat coşkulu bir insan seli halinde yokuşları tırmanır, kızların, gelinlerin söylediği türküler, erkeklerin ho-ho’larına karışırdı..Göç bir tükenmişliktir aslında, yeni umutlara açılmış hüzünlü bir yolculuktur.. Lakin yaylaya yapılan göç sevinçtir, mutluluktur, tatlı bir huzurdur, onca işin gücün arasında şöyle bir durup nefeslenmektir, her yaylaya varış küçük ve tatlı bir kaçamaktır.. Hayata dair tüm zorluklar orada unutulur, insanların kanları kaynar, eşler birbirleriyle daha bir yakınlaşır ve tüm o güzellikler, aşk olup sıcacık bir ateş topu halinde kalplere akar..Yaylaya ulaşınca, ormandan kestiğimiz doruklarla kısa sürede peykeler yapar ve eşyalarımızı o küçücük yayla damına yerleştirirdik.. Sütten ve çiğden yapılmış katmerleri, keteleri, gevrekleri alan göze başına giderdi.. Henüz bozulmamış çayırlar ve rengarenk çiçekler arasında, türküler, sohbetler eşliğinde gevrekler yenilir, buz gibi göze suyundan içilirdi.. Biz çocuklar bir süre sonra, adına “gobuk” dediğimiz, hani şu gelinciklerin şapkalı ve içi tohum dolu başlıklarını toplamak için çayırlara doluşur ya da hava güzelse göllerde çimerdik.. İçinde yeşil ördeklerin, allı turnaların yüzdüğü göllerden birisi yaylanın hemen ortasında, diğeri onun biraz yukarısında idi.. Üçüncüsünün adı Dibgöl’dü ve Sarı Çayır’da bulunurdu..Tekçam’da oynanan türkülü bar oyunları, sadece genç kızların değil delikanlıların da eğlencesiydi.. Bütünüyle o yörenin kültürüne ait bu orijinal söyleme tarzını Erzurum’da göremezsiniz.. Ritmik ayak hareketleriyle birlikte, yüzleri birbirine dönük iki kişinin ses sese verip mani tarzında söylediği ilk dizeyi, diğer iki kişi tekrarlar ve böylece ortaya, ağızdan ağza söylenen ve seyrine doyum olmayan armonik bir halay çıkardı.. Mesela Şenkaya Belediyesi ya da Kaymakamlığı bu geleneği canlandırmanın bir yolunu bulamaz mı?..……………………….

Aradığınız şey Tanrı’nın yazdığı bir kitapsa eğer, Penek Gediğinden Eznos vadisine inmeli, oradan da Eşek Meydanı’na çıkmalısınız, tek-top ağaçların içinden geçip Rahdar’a, Sonra Kılıç Köyünden Kürsüne’ye doğru gitmeli ve kendinizi o güzelliğin kollarına bırakmalısınız.. Doğa size, yaşama ait tüm hakikatleri, tüm sırları anlatacaktır. İçimizde hep bir korku vardır ya hani, ölümden yana.. “Ölsem de gam yemem” dediğiniz an, işte o andır..O bölgenin en güzel köyü Eznos olmalı.. Erdavud’un eteklerine tutunmuş, kabına sığmayan, zeki ve fakat yaramaz bir çocuk gibidir.. Köy müdür, yoksa bir yayla mıdır, tartışılır ve fakat patatesin, kabağın, mısırın ve dağ meyvelerinin en iyisinin Eznos’da yetiştiği tartışılmaz..O yıl orman işletmesi mehte olarak Boğazdere’yi seçmişti.. Sekiz-dokuz yaşında olduğuma göre 1966 yılının Eylül ayı olmalı.. Tüm hayatım boyunca en gizemli ve belki de en korkutucu çağrışımları aldığım bir yerden, Eznos yaylasının hemen altındaki karanlık dereden bahsediyorum.. Adı Yunağın Deresi diye biliyorum.. Babam ve amcamlarla birlikte, yatakları öküz arabasına yükleyip eski yayla üzerinden Boğazdere’ye ulaştık.. Yunağın Deresi’nin hemen girişine konuşlanmıştık.. Rüzgârların devirdiği ve kırdığı, birkaç metre yüksekliğinde, belki birkaç yüz yıllık, ıslak ve yosun tutmuş kırıntılar, yayladan gelen suların aktığı dereyi ve yamaçları dolduruyordu.. El değmemiş, balta girmemiş bir ormanın karanlık dehlizlerine girmiş gibiydik.. Gökyüzüne kafa tutan yüzlerce yıllık çamlar, güneşin içeri girmesine müsaade etmiyor ve bizler ıslak, nemli, karanlık, gizemli ve korkunç bir atmosferin içinde kala kalıyorduk.. Yunağın Deresindeki odunları toplayıp siterler yapıyor, kesilen çamların tomruklarını istifliyorduk.. Akşam olunca yatakları serip oracıkta yatardık.. Nöbetçi kim ise, yakılan ateşi sabaha kadar söndürmezdi.. Çakalların sesini duyardık..O sıralar Dede Korkut hikayeleri okuyordum.. Nasıl olduysa oldu, hayal gücüm beni bütün o kahramanların Boğazdere’de yaşadığına, Dedem Korkut’un anlattığı tüm hikâyelerin Boğazdere akseni içerisinde ve Eznos Vadisi ile Eznos Yaylası arasında yaşandığına inandırdı.. Birden bire kendimi, Boğaç Han’ın, Bamsı Beyrek’in, Banu Çiçek’in, Salur Kazan’ın, Tepegöz’ün, Deli Dumrul’un ve Selcan Hatun’un yaşadığı olayların içerisinde bulmuştum..Boğazdere bana her zaman, Deli Dumrul ile hanımı arasındaki o naif ve eşsiz diyalogu hatırlatmıştır.. Canı için can bulması gerektiğinde, önce anasının sonra babasının yanına giden Deli Dumrul, beklemediği cevaplarla karşılaşmış hani.. Durumu anlattığı eşi; “Bir can da ne var ki, benim canım sana kurban olsun!” demiş.. Doğrusu, beni en çok etkileyen cümlelerden birisidir.. Sophokles, Beckett, Shakespeare ve tüm öteki yazarlar yazdıkları metinlerde, aşkın, fedekarlığın bu derece trajik bir boyutunu yakalayamamışlardır.

………………………

Soğmun’un güneybatısında Zuvart, Zuvart’ın güneybatısında ise Libi köyü bulunur.. Libililer yaylalarına giderken bizim yaylanın sırtlarından geçerlerdi.. Germicek Yaylası’na sanırım sadece Libililer Küçük Yayla üzerinden çıkar, diğer köyler Balkaya-Pancurot-Kanlı güzergahını kullanırdı.. Libililerin yaylası oldukça uzaktı, altı-yedi saatlik bir yaya yolu.. Çoğunluğu, kadınlar ve kızlardan oluşan guruplar halindeydiler, Penek Gediği’nden geçip Üç Taş’a, oradan da bizim yaylanın sırtlarından Uzun Güneye doğru, yol dar olduğu için çoğunlukla tek sıra halinde ve türküler söyleyerek yürür ve bir serap gibi kaybolurlardı.. Bu sahne, yaşamım boyunca hatırladığım en etkileyici görüntülerden birisidir..Kadınların üzerinde rengârenk basmalardan, pazenlerden dikilmiş allı, pullu, yeşilli, morlu, kırmızılı, sarılı, mavili, entariler, kaftanlar bulunur, başlarında kofik denilen ve üzeri çeşitli boncuk ve cumpullarla süslenmiş yarım duvak şeklinde başlıklar olurdu.. Alınlarına dökülen cumpullar, altınlar, boncuklar, başlıklarını ya da boyunlarını çevreleyen renkli valalar, kemer ve rengarenk çoraplarıyla, sihirli bir dünyanın fantastik karakterleri gibiydiler.. Tıpkı bizim köyün genç kızları gibi, onlar da belli ki yaylaya giderken özellikle süsleniyorlardı, bir toya, bir düğüne gider gibi.. Hülasa şu ki, tüm bu sahneler, hatıralarımda seyrine doyamadığım bir cümbüş yeri olarak kaldı..Aslında Libi ile aramızda, hepi topu bir köy vardı ve fakat gördüğüm insanlar, daha önce hiç görmediğim başka dünyalardan gelmiş, gibiydiler.. İnsan bilmediği şeyin karşısında olurmuş.. Cehalet tam da böyle bir şeydir.. Dönüp ülkeme baktığımda, bugün hala koca-koca adamların, “biz” başlığı altında çizdikleri sınırları ve o sınırların dışındaki hemen herkesi, her şeyi düşman gören anlayışlarının, bizi insanlık değerlerinden daha da uzaklaştırdığını görüp üzülmekteyim.. “Biz” diyerek çizdiğimiz alan, tıpkı benim çocukluğum gibi, en fazla kendi köyümüzün, kentimizin, mahallemizin ya da cemaatimizin sınırları kadar küçüldü.. Heyhat, değil dünya, değil tüm insanlık, ülke sınırlarını kapsayacak bir “biz” tanımı bile yapamaz olduk!.. Şu bazı Facebook mesajları mesela, aman Tanrım, nasıl şovenist ve din adına bizi dindarlığımızdan utandıran, huzuru, barışı sevgiyi kardeşliği yok eden ne ürkütücü, ne bölücü, ne pespaye bir dildir böyle.. Kindarlıktan, düşmanlıktan öte cümle kuramayan, cahil, lümpen ve azgın bir azınlığın esiri olduk.. Umarım bir gün, bu ülkedeki hemen herkes, temel insan hak ve hürriyetlerini önemser, dil, din, ırk ve inanç farkı gözetmeden her insanı değerli kabul eder ve her canlıya kol-kanat gerer.

.………………………

Erdavud, İznos Yaylası önündeki tepe ve Küçük Yayla’daki Kabaktepe, bölgedeki ziyaret noktalarıdır.. Bizden önceki kuşaklar, üç şehit mezarının bulunduğu bu üç ziyaret tepesinde toplanır, kurbanlar keser ve eğlenirmiş.. Birçok geleneğin tam da bitmek üzere olduğu bir dönemdir benim çocukluğum.. Heyhat, iki kişinin bir araya geldiği hemen her yerde, türkü söyleyip bar oynayan insanlar, üç gün, üç gece devam eden düğünler ve onlarca köyü bir araya getiren güreş şenlikleri artık yok.. Günümüze taşıyamadığız, kaybettiğimiz ve bir daha asla bulamayacağımız şey, aslında yüzümüzdeki tebessümdür, mutluluğumuzdur, sıcacık ilişkilerimizdir..Şimdi tarih olmuş Soğmun, Eznos, Penek, Kosor, Hanımkomu ve Tecirek değirmenlerini, yaylalardan gelen buz gibi sular döndürürdü.. Ki her bir köyde, beş-on tane değirmen bulunurdu..Alabalıkların dans ettiği o derelerdeki sular şimdi nerededir?. Ki bir zamanlar, bu değirmenlerde öğütülen unlar sadece çevrelerindeki köylere değil, gacırdayan kağnıların sırtında öteki Gürcü kentlerine doğru da yol alırdı.

.……………………….

İrili ufaklı birçok dağın, tepenin üzerinde, ufuk çizgisi boyunca, uzaktan bakınca dev bir testerenin dişleri ya da bir atlı alayı gibi görünen sarı çamlar, çocuk muhayyilemde, belki anlatılan efsanelerin de etkisiyle, bir gelin alayı olarak canlanmış ve bugüne kadar da öyle kalmıştır..Ki bazen gördüklerimiz, inandıklarımızdır.. Tıpkı, Pancurot Köyü’nün yaslandığı dağın sırtlarında bulunan ve uzaklardan gözüme bir atlı gurubu gibi görünen çamların, aslında benim dünyamda, atlı bir gelin alayı olarak karşılık bulduğu gerçeği gibi..İnanmak için hoş bir bahanedir, lakin hüzünlü bir hikayedir, anlatalım: Derler ki, vakti zamanında Penek Çukuru’ndaki köylerden birinde, genç bir kızı, Ardahan taraflarından, istemediği bir adama vermişler.. Kız ne kadar, “olmaz” diye diretmişse de, dinleyen olmamış.. Sonunda zavallı kızcağız, telli duvaklı gelin olmuş.. Düğün alayı ile giderken, çevresindeki çamlara bakmış ve “Allah’ım!” demiş. “İstemediğim adama varmaktansa şuracıkta ağaç olayım!.” Hikaye bu ya, tam o saat, tüm gelin alayı atlarıyla birlikte ağaç oluvermiş..………………………

Yağmurlu bir temmuz günüydü.. Öküz arabasına atlayıp Göllet’e gitmiştim.. Eşyaları arabaya yükleyip yola koyulduk.. Galiba o günlerde dayımların öküzleri yoktu, o nedenle bizden yardım istemişlerdi.. Pancurot ve Tecirek yaylalarından geçip Göllet’in yaylasına ulaştık. Yaylada rahmetli Sultan Nenem kalacaktı.. Toprak damları delip içeri giren sicim gibi bir yağmurun altında, çamurlara bulandığımızı hatırlarım.. Güneş yüzünü gösterdiğinde, gördüğüm güzelliği ise hiçbir zaman unutmam.. Kuş cenneti diyebileceğimiz sazlıkların, menderesler yaparak ilerleyen akarsuların, göllerin, çayırların, çimenlerin, çiçeklerin oluşturduğu bir cennetin hemen kıyısında bulmuştum kendimi.. Adına Uzunçayır dedikleri bir derya-deniz ki, Göllet’in Yaylası ile birlikte, Penek, Berdik, Korevenk, Çölpenek, Kaban, Penesgirt, Zuvart ve Kevenk yaylaları da, adeta birer inci tanesi gibi çevresine dizilmişti.. Yaylanın batı karşısında, Kırkgözeler adıyla suların yerden adeta fışkırdığı ve tam da ismiyle müsemma bir gözeler bölgesi hatırlarım, ki bugün bile “hayali cihan değer.. Daha batıya doğu Yassıdağ, onun üzerinde ise Seyran Sırtı vardır.. Bir Seyrangah yeri olarak, Soğmun’un Küçük Yaylası’ndaki Tekçam ne ise, Tecirek ve Göllet yaylası sakinlerinin uğrak yeri olan Seyran Sırtı da odur..” Neylersiniz ki, Göllet’in bu cennet yaylasına, çocukluğumun haricinde bir kez daha gitmek nasip olmadı.

.………………………

Modern hayat, çalışmayan, üretmeyen, hazır yiyici yeni bir köylü sınıfı yarattı.. Ekip biçmeyen, küçücük bir bostanın bile üstesinden gelemeyen, kendilerini evlerine hapsederek pembe dizilere gömülen bu yeni köylüler, doğa ile kurdukları irtibatlarını da tümüyle kaybettiler..Çocukluğumun, nereye gitsen insan, nereye baksan mal-davar dolu dağlarında, tarlalarında, çayırlarında, bağlarında, bostanlarında, artık bir tek insan bile göremiyorsunuz, adeta in-cin top oynuyor.. Yaylalar viraneye dönmüş.. Neylersiniz ki, bir ayağımız uzay çağında olsa da, şimdi tarih olmuş o eski günleri özlüyoruz.. Yeni nesiller, arafta kalmış bizleri ve o kayıp dünyayı anlayabilirler mi dersiniz?.. Ya da ne aradığımızı onlara anlatabilir miyiz?.Çocuklarının aksine, gittikleri yerlerde ne şehirli olabilmiş ne de köylü kalabilmiş kayıp bir nesil var.. Vakıa, memleket özlemi onları içten içe yiyip tüketmektedir.. Köyünün dağlarında, yaylasında bir gün kalabilmeyi dünyanın en pahalı turistik tesislerine tercih edebilecek bu insanları oralarda durduran şey, belki de köylerinin tükendiğini, eski günlere hiçbir zaman dönemeyeceklerini bilmeleri olabilir mi?..Dile kolay, on bin yıl boyunca hiç değişmeden yürütülmüş ilkel bir tarım toplumunun içine doğmuştuk. Sonra bütün hayatımız her yeni keşfi gördükçe “abooo, bu da ne lan..” demekle geçti..Öyle, ya da böyle, bizler iki dünya arasında kalmış, bir yönüyle şanslı ve fakat kayıp bir nesiliz

..………………………Diyebilirsiniz ki bu metinde neden bu kadar çok dağ var, yayla var; hayır-hayır, insanları daha az sevdiğimden değil, doğayı daha çok sevdiğim için..Anlattıklarım, heybemden sızan bölük-pörçük anılardır.. Eksik olabilir, yanlış hatırlıyor olabilirim.. Aslında sizleri ne kadar ilgilendirdi bilemem ve fakat tüm bu okuduklarınız, bu fakirin kendi içine doğru sürdürdüğü bir göçün hikayesinden ibarettir..

Mehmet VURAL

https://www.facebook.com/100009398413842/videos/1544646932525239/

One thought on “Konuk Yazarlar 2-Mehmet Vural

  • 1 Eylül 2020 tarihinde, saat 22:27
    Permalink

    Sevgili Mehmet’i bugün itibari ile (1.09.2020) kaybettik.Acımız büyük.Allah rahmet etsin.Mekanı cennet olsun.Bütün bunları ve diğerlerini bizlere bıraktı,gitti.İyi bir eğitimci ve yazardı.Dergileri,ilkokul programları ve çocuklar için yazdığı kitapları vardı.Akıcı bir dil kullanıyordu.Çok yönlü kişiliği vardı.Marangoz bir aileden geldiği için her türlü inşaat işleri yapardı.Erzurum’da bir botanik hobi bahçesi yapmıştı.On parmağında on marifet vardı.Mekanı cennet olsun.

    Yanıtla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir