Gıcırdayan Okul-Anılar-Bekle Todan’a Yaz Gelsin!

Todan (Savaşçılar ) Köyü; Narman ilçesinin batısında, Karga Pazarı Dağları’na yaslanmış, rakımı oldukça yüksek bir köydür. Çevresinde, eski adlarıyla Aşağı Hıçov, Yukarı Hıçov, Şehitler, Kutumar ve Beyler köyleri,batısında Narman yaylası bulunmaktdır. Narman Yaylasından itibaren ilçenin bulunduğu vadiye kadar tatlı bir meyil uzanır ,bunutakibeden ve köyün köyün ortasından bir çay akar. Mevsimler denildiğinde insanın aklına genelde dört mevsim gelir. Ancak burada iki mevsim hüküm sürmektedir. Kıs ve yaza benzeyen bahar mevsimi. Yedi ay kış, yaklaşık beş ay yazla karışık bahar mevsimi. Kışın yedi ay soğuktur. Çok kar yağar, şiddetli soğuklar olur. ”Bekle Todan’a yazı gelsin “deyimi de ikliminden kaynaklanmaktadır. O yörede ve çevresinde çalışanlar bu deyimi mutlaka bilirler. Çünkü yöresel bir deyim haline gelmiştir.DahaTodan Köyünü görmez ve tanımazken bu deyimi biliyordum. Daha iyi anlaşılsın diye ‘’Bekle Todan’a yaz gelsin ‘’ deyimi ile ilgili bir açıklama yapalım. Todan’lı birisi dut mevsiminde Tortum’a gider. TodanKöyü daha kar kış kıyametken Tortum’da dutlar yetişmiştir. Bir dut ağacına yaslanır. Tatlı bir uykuya dalar. Başına dutlar dökülür. Yarı uyku halinde ‘’Halen kar mı yağıyor ?’’der. 1970’li yıllarda ülkenin çoğunluğunda olduğu gibi burada da elektrik yoktu. Aydınlanma aracı gaz lambasıyla olurdu. Yolu vardı ama bozuktu. Olsa ne ara sıra Devlet görevlilerinden başka gelen-giden olmazdı. Köyde dükkân, kahve ve benzeri hiçbir şey yoktu.Tek oturma yeri köy camisinin yanına yapılan bir odaydı. Namazdan sonra insanlar burada oturur,sohbet ederlerdi. Yakacak olarak tezek kullanılırdı. Tezek köy halkı için önemliydi.Bu nedenle çeşitli isimleri vardı. En kalitelisi koyun kermesiydi. Çoğunlukla ısınmayı ucuza getirmek, hayvanların ısılarından yararlanmak için ahırın bir köşesi oturma ve yatak odası olarak kullanılırdı. Coğrafyası, iklimini belirlediği gibi, bitki örtüsünü de şekillendirmiştir. Arpa, buğday, patates, korunga ve yonca türü şeyler yetişir. Ağaç olarak dere boylarında birkaç söğüt görebilirdiniz. İklimi insanların fiziksel yapılarını ,yaşantılarını ve davranışlarını da şekillendirmiş, hırçın yapılı, kavgacı insanları vardır. Köyde üç sülale arasında şiddetli geçimsizlikler olurdu. Bu sülalelerden birisi kendisini köyün “mutlak hâkimi “ olarak görmektedir. Genellemek doğru olmaz ama genelde kavgacı, savaşçı ve zorbacı yapıları vardır. Diğer kabile biraz okuma- yazmaya düşkün olup, bu tür davranışlara baş kaldırıcı özellikleri bulunmaktaydı. Üçüncü sülale ise daha mülayim, işinde, gücünde insanlardı.O yıllarda köy altmış haneydi. Bu sayı yıllar geçtikçe hiç artmaz, çünkü baskı, şiddet, zorbalık ve yıldırma hareketlerine dayanamayan, mücadele etme cesareti gösteremeyenler, arazilerini bırakarak, taşınabilir mallarını yanlarına alıp, köyü terk etmek zorunda kalıyorlardı. Köyde bulunduğum süre içerisinde bu şiddet,kavga ve yıldırma olayların görmek durumundaydım. Okul derenin karşı tarafındaydı. Köyde olup bitenler lojmanın penceresinden rahatça izlenebiliyordu. Bir seferinde lojmandaydım.Seselerin gelmesi üzerine pencereye gittim.. Bir sülalenin , sıra halinde elinde sopalarla ,diğer sülalenin oturduğu mahalleye baskın yaptıklarını, onları kovalayıp püskürttüklerini, taciz ,işkence yaptıklarını, yetmiyormuş gibi damların (evlerin, ahırların ) bacalarında bulunan ot yığınlarını ateşe verdiklerini seyretmek zorunda kaldım. Tabir uygunsa küçük bir muharebe gibiydi. Seyretmekten başka yapacak bir şeyim yoktu. Kimsenin de yapacak bir şeyi yoktu. Yirmi yaşlarında bıyığı yeni terlemiş genç bir öğretmendim. Kırk beş gün temel eğitimden sonra, geri kalan kısmını er öğretmen olarak tamamlamak üzere bu köye atanmıştım. Okulda benden başka bir de eğitmen bulunmaktaydı. Eğitmen aynı köylüydü. Üzerimdeki ağır yükün farkında değildim. Köyde mücadelem ağır olacaktı. Köylülerin kendi arasında olan anlaşmazlıkları okula da yansıyordu. Eğitmen diğer sülaledendi. Dolayısıyla rakip kabile çocuklarını onun çalıştığı okula göndermemeliydi. Nitekim öyle oldu. Elli kişilik öğrenci mevcudunun yirmi beşi okula gelmiyordu. Yasa gereği devamsız öğrencilerin devamını sağlamak için devam takip yapmak gerekiyordu. 222 Sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanununa göre devam-takip işlemlerinin formalitesi çok zor ve uzundu ve aynı zamanda bütün o öğrenci velilerini senin karşına getiriyordu. Durum çok tehlikeli ve zordu. Bütün bu tehlikelere rağmen yirmi beş öğrenci için devam-takip işlemeleri yapılıp okula devamları sağlandı. Şimdi düşünüyorum bütün bu tehlikeler nasıl göze alınabilmişti. Ya gençliğin verdiği cesaretin, ya da bu işlerin doğuracağı sonuçları kestirememekten ileri gelmiş olabilirdi. Bir gün sınıfta ders yapıyordum. Kapı çalındı. Altı yaşlarında bir kız çocuğu kapının önündeydi. Öğretmenim “ Babamı jandarmalar ilçeye götürecek, babam kız kardeşimin eve gelmesini istiyor” dedi. Ben de” Kızım dersin bitimine on dakika var, ders bitince gönderirim” dedim. Çocuk gitti. Beş dakika sonra kapı şiddetle geriye çarpıldı. Birisi ”Bak öğretmen sen kim oluyorsun da çocuğumu eve göndermiyorsun” diye bağırdı. Bir takım kötü sözler söyleyerek sınıfı bastı. Elimde metre vardı. Onunla saldırganı geri itekleyerek sınıftan çıkardım. Bu olay bütün öğrencilerin gözü önünde oldu. Ne yapmalıydım. Aklıma köyde bulunan jandarmalar geldi. Bir öğrenci göndererek jandarmaların okula gelmelerini söyledim. Jandarmalar o anda köyden ayrılıyorlarmış. Okula geldiler. Durumu anlattım ve bir yazı yazarak İlköğretim Müdürlüğüne vermelerini söyledim. Dersime devam ettim. Jandarmalar yazıyı İlköğretim Müdürlüğüne vermişler. İlköğretim Müdürü Kaymakamla görüşmüş. Saldırgan başka bir olaydan dolayı karakolda ifade veriyormuş. Karakol komutanı Kaymakamın talimatı üzerine saldırganı gözaltına almış. Ben karakola gidinceye kadar karakolda tutacağını söylemiş. Sonradan bana anlatılanlara göre jandarmalar sabaha kadar dayak atmışlar. Muhtar ertesi gün erkenden beni uyandırdı. Durumu anlattı. Benim ilçeye gitmem gerektiğini söyledi. Bana bir at ayarlamıştı. Birlikte İlçeye vardık. Durumu Karakol komutanına anlattım. Komutan büyük öğrencilerden tanık ismi istedi. Ben de birkaç öğrencinin ismini verdim. O kişiyi tanıklar dinleninceye kadar serbest bıraktılar. Ertesi gün öğrenciler ilçeye gidip ifade vermek için hazırlanıyorlardı. Elinde bir bıçakla, ilçeye tanık olarak gidecek bir öğrencinin önünü kesmiş, gittiğinde gördüklerini değil, benim söyleyeceklerimi anlatacaksın diye korkutup tehdit ediyordu. Lojmanın camından izlediğim bu olayı daha sonra çocuktan dinledim. Çocuklar ilçeye gittiler. Önce doğruyu söyleyememişler. Komutan öğrencileri rahatlatıp doğruyu söylemelerini sağlamış. Olay aydınlanınca Komutan bu durumda üç yıl hapsi boylarsın demiş. Saldırganı korku sarmış. Barışmak, özür dilemek için aracı olarak Muhtarı yollamış. Muhtar şikâyetimden vazgeçmem için yalvarmaya başladı. Yine bir at bulup beni ilçeye götürdü. Ben, vazgeçersem sonradan başıma gelebilecekleri kestiriyordum. Bir şartla vazgeçerim dedim. ”Eğer karakolda komutanın huzurunda benim düzenleyeceğim bir tutanağa imza atarsa vazgeçerim” dedim. Tutanağa “Bundan böyle şahsıma, okula, lojmana ve öğrencilerime her hangi bir zarar gelirse, her kimden ve nereden gelirse gelsin, sorumluluğunu kabul ediyorum” diye yazdım. Tutanağı komutan ,muhtar ve o saldırgan imzaladı. Bir nüshasını ben aldım, diğeri karakolda kaldı. Bunun üzerine kendisini toparladı. Kuzu kesildi. Gece gündüz okulun ve lojmanın gizli bekçiliğini yapmak zorunda kaldı. Bu olaydan sonra aynı okulda üç sene daha görev yaptım. Bu üç sene boyunca hiçbir tehlike ve bir zararla karşılaşmadım. Emniyetim o tutanak sayesinde sağlanmış oldu. Bunu onun düşmanları da duydu. Onun için çok dikkatli davranıyor, okulu gözetliyordu. Kendinden değil düşmanlarından zarar gelebilirdi. Olayın üzerine giden ve üzerine düşeni yapan babacan İlköğretim Müdürümüze bir daha minnet ve saygılarımız sunarım.

BEKLE TODAN’A YAZ GELSİN (II)

…. Aybaşı gelmişti. Şubat veya Mart ayıydı. İlçe merkezine inip maaşımızı ve aylık ihtiyaçlarımızı aldıktan sonra geri dönmemiz gerekiyordu. Birlikte çalıştığım Antalyalı Mestan Arıcan’la birlikte sabahleyin erkenden kalkıp ilçeye yoluna koyulduk. Yaya gidiyorduk. Etrafta bir metreye yakın kar vardı. Aylardır köye herhangi bir taşıt gelmediğinden yol karla kaplanmıştı. Yaya ve atlı yolcuların ayak izlerinin oluşturduğu dar bir yol vardı. Karları sürükleyen rüzgâr yolun çoğu yerini kapamıştı. İyi ki hava güneşliydi. Saat on bire doğru ilçeye vardık. Daireye uğrayıp mutemetten maaşımızı aldık. Bir ay boyunca biriken evrakları da aldıktan sonra bir lokantaya varıp karnımızı doyurduk. İlçenin hafif meyilli ve etrafında dükkânların kümelendiği tek caddesi vardı. Nerde neyin satıldığını öğrenmiştik. Aylık ihtiyaçlarımızı almaya koyulduk. Taşıyabileceğimiz bir aylık gaz yağı, çay,şeker,makarna,pirinçvs.aldık.Bunlardan en önemlisi ,olmazsa olmazı gaz yağıydı. Aydınlanma gaz lambası ile yapılırdı. Aldığımız yiyecekleri Filelere yerleştirdik. Yolculuk sırası gelmişti. Yine yaya olarak yola koyulduk. Todan’dan ilçeye uzanan yol gelişte tatlı bir meyildi. Üstelik elimiz boştu. Bu nedenle rahat bir yolculuk sayılırdı. Giderken bu tatlı meyil acı bir yokuşa dönüştü. Ellerimizde doluydu. Ama başka seçeneğimiz yoktu. Dar patika yolda ilerliyor, arada bir uygun yere oturup dinleniyorduk. Köye yaklaştığımızda ortalık kararmaya başlamıştı. Ta ilerde tepede köy evleri görülüyordu. Tahminen bir veya iki kilometrelik yol kalmıştı. Rüzgâra açık bir yerde olduğumuz için rüzgârın sürüklediği kar yolu kaplamıştı. Birden bire kara saplandık. Kar belimize kadar geliyordu. Hava iyice kararınca yolu kaybettik. Köyün yönünü de kaybettik. Yaşayanlar bilir karanlıkta hangi tarafa bakarsınız bakın kardan bir dağın yükseldiğini sanırsınız. Bu da bir kar serabı olmalı diye düşünüyorum. Çevrede hiçbir hayat belirtisi ve işaret yoktu. Köyler, evler ve here taraf kar altında kalmış, inşanlar evlerine girmiş, köpekler bulabildikleri kuytu bir yerlerde soğuktan korunmaya çalışıyorlar. Karda yürüyemiyor, çaresizlik içinde neler yapabileceğimizi düşünüyorduk. Donmaya donacağız ama yine de Allahtan ümit kesilmez diye birbirimizi teselli ediyorduk. Ah bir köyün yönünü bulsak canımızı dişimize takıp yürümeye devam edeceğiz. Öyle bir yer ki evlerin beş-on metre yakınından geçseniz Karga Pazarı dağına kadar hiçbir yerleşim alanı bulamazsanız. Karda üzerinde bir miktar yolu tepeleyerek kendimize yol açtık. Bu yolda mahkumlar gibi gidip, gelerek tur atıyorduk. Elimizde gaz yağı vardı ama yakacak bir şey yoktu. Karın üzerinde bulunan küçük bir çalıya döküp ateş verdik. Çalını karın üstündeki kısmı yandıktan sonra söndü. Avazımızın çıktığı kadar ‘’bizi kurtarın’ ’diye bağırmaya başladık. Ama ne çare! Duyan yoktu. Ses yok seda yoktu. .Köpeklerde sesimizi durmuyor, havlamıyorlardı. Bir köpek sesi duysak o sese göre yönümü ayarlardık. Bir, iki saat kadar o dar yolda mahkûmlar gibi tur attık. Tüm ümitler kesilmişti. Donacaktık. Sabaha kadar da kar üzerimiz kaplayacaktı. Son bir hamle olarak daha avazımızı çıktığı kadar ‘’bizi kurtarın ‘’ diye bağırmaya başladık. Çok derinden bir köpek havlaması geldi. Sesin geldiği tarafa doğru çaresizlik içinde yürümeye başladık. Biraz yürüdükten sonra köy evlerini gördük. Üzerimizden bir ağırlık kalktı. Sokağa yöneldik. Bizi duyan köpekler hep birlikte üzerimize saldırmaya başladılar. Arkadaşıma ‘’korkma’’ dedim. Nasıl olsa donmadan kurtulduk. Nihayet köpekler bizi yaralar, fakat öldüremezler. Yürümeye devam ettik. Köpekler sağdan, soldan saldırdılar ama zarar veremediler. Köyün ortasında, camiye bitişik, köylüler tarafından medrese dedikleri bir oda vardı. Camide namaz kılanlar namazdan sonra burada toplanır, sobanın etrafında sohbet ederlerdi. Biz canımızı zor buraya attık. Köylüler size böyle ne oldu diye soru yağmuruna tuttular. İkimizde bağılmışız. Ellerimize, ayaklarımız buz koyarak ilk müdahaleyi yapmışlar. Bir süre sonra kendimize geldik. Sabah dokuz akşam dokuz. Tam on iki saatimiz yollarda geçmiş. Şimdilerde Serik-Gebiz’de yaşayan Mestan Arıcan Antalya iklimine alışık olduğu ve böyle bir şeyle ilk defa karşılaştığı için çok olumsuz etkilenmişti. Ben ise bu yöreli olduğumdan hayatın bir parçası olarak görüyordum. Evimize sağ-salim vardık. Ama iş bununla bitmiyordu. Mestan öğretmen bekardı. Okulun müdür odasında kalıyordu. Ben ise evli olduğumdan lojmanda oturuyordum. Kışı ağır geçen bir memlekette yakacak olarak tezek ve kerme kullanılıyordu. Soğuk bir memlekette tezek ne kadar ısıtabilirdi. Lojmanın odası hafif ısındığında tavanı nemleniyor, biraz soğuyunca nem donuyor, kırağı ve buza dönüyordu. Hayatımızın en önemli dört yılı böyle bir ortamda buna benzer sıkıntılarla geçti.